Yok Olan Kavimler

 

 Ad Kavmi

Ad Kavmi, Kurân’da adı geçen eski Arap kavimlerinden biridir. Hz. Nuh’tan sonra yaşamış olan bu kavme, peygamber olarak Hz. Hûd gönderilmiştir. Ad kavmi, Hud’u yalanlayıp onun getirdiği dini inkâr ettiği için şiddetli bir rüzgarla cezalandırılmıştır.

Ad, Nuh’un torunlarından Avs’ın oğludur. Avs’ın babası İrem, İrem’in babası ise Hz. Nuh’un oğlu Sam’dır. Tarihçiler ve tefsirciler, Âd kavmini “Âd-ı ûlâ” ve “Âd-ı uhrâ” olmak üzere iki kısma ayırırlar. Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği kavim, “Âd-ı ûlâ”dır. Necm sûresinin 50. âyetinde, “Allah daha önce gelen Âd’ı helâk etti” denilmektedir. Bu yüzden tefsirciler, Ad ve Hz. Hûd’la ilgili olarak Kurân’da zikredilen benzer/ortak olayların tümünün ilk Ad kavmiyle ilgili bulunduğuna dair aynı görüştedirler. 1. Ad kavminin helâk edilmesinden sonra bu kavimden kurtulanların soyundan 2. Âd, yani “Âd-ı uhrâ” ortaya çıkmıştır. Zemahşerî’ye göre, İrem şehrine sahip olan da bu 2. Âd kavmidir. Ancak Kurân’da ilk Âd kavminden bahsedildiği halde, diğer 2. kavimden açıkça söz edilmemektedir. Yine Kurân’da İrem şehrinden bahsedilirken, bu şehrin hangi Âd kavmine ait olduğu açıkça belirtilmemiştir. Tefsir kaynaklarında kaydedildiğine göre İrem, Âd’ın dedesidir. Bu durumda İrem şehrinin ona izâfe edilmesi ve ilk Âd kavmi ile ilgili olması olasılığı daha yüksek görünmektedir.[3]

Âd kavminin yaşadığı coğrafî bölge, birçok tarihçi ve tefsirciye göre Yemen’dir. Bu kavim, Yemen’de Uman’la Hadramut (Hadramevt) arasındaki geniş çöl bölgesinde yaşamıştır ki Kurân’da da Hz. Hûd’un Ahkaf (الأحقاف) bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği anlatılmaktadır.[3][4] Bu kavim, İslam’ın zuhurundan sonra asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmesine rağmen hatırası Arap geleneğinde her zaman canlı kalmıştı.[4]

Âd kavmiyle ilgili bilgiler, genellikle Kurân’a dayanmakta, detaylar ise daha çok tefsirlerde bulunmaktadır. Kurân’ın beyanına göre bu kavim, olağanüstü saraylara, mallara, sürülere ve eşsiz bağ ve bahçelere sahipti. Bu yüzden gurur ve kibre kapılmış olan Âd kavmi, putlara tapmaya başlamış, insanlara zulmederek azgınlık ve taşkınlıkta bulunmuştur. Allah, Hz. Hûd’u bu kavme peygamber olarak göndermiş, fakat kavmi onu yalanlayarak kendisine karşı çıkmıştır.[3]

Hz. Hud, yeryüzünde bağlar, bahçeler ve ekinlerle bolluk ve bereket yaşayan, sahip olduğu fiziki güç ve kuvvetle büyüklük taslayan Ad kavminin kendisini yalancılık ve delilikle suçlamasına karşılık onlara verilen bunca nimetlere karşılık sadece Allah’a şükredip iman etmelerini istiyordu.[5] Hz. Hûd’un onları uyarması, Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatarak Allah’a inanmalarını istemesine karşı onlar, “İster öğüt ver ister verme, bizce birdir, fark etmez” diyerek kendilerine yapılan uyarıları dinlememişlerdir. İsyan ve inkârlarının cezası olarak Allah, önce yağmurlarını keserek kuraklık sebebiyle ünlü İrem bağlarını kurutmuş, daha sonra kasıp kavuran bir rüzgârla onları cezalandırmıştır. 8 gün süren bu rüzgâr, Kurân’ın betimlemesine göre Ad kavmini hurma kütükleri gibi bulundukları yerden söküp atmıştır. Hz. Hûd ve ona inanan müminlerse bu felâketten kurtularak 2. Âd kavminin çekirdeğini oluşturmuşlardır.[3]



Fil Ashabı

Fil ashabı, Komutanlığını Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe’nin yaptığı ve Kâbe’yi yıkmak niyetiyle harekete geçip de, Mekke yakınında Allah’ın gönderdiği bir kuş sürüsünün attığı taşlarla helâk olan ordudur. 6. yüzyılın ortalarında Habeşistan’ın Yemen valisi olan Ebrehe, Arapların Kâbe’ye olan saygılarını görerek dinî, siyasî ve iktisadî düşünceler içinde Arapları çekebilmek için San’â şehrinde "el-Kulleys" adında haşmetli bir kilise yaptırmıştı. Çevrede yayınladığı bir tamimle Arapları Kâbe yerine Kulleys’i ziyarete çağırdıysa da, bu çağrı kabul görmedi. Hatta bir gece Kulleys’e gizlice giren bir Arap, hakaret olsun diye içine pisledi.

Duruma son derece öfkelenen Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar vererek büyük bir orduyla Mekke’ye doğru harekete geçti. Orduya heybet vermek üzere Habeşistan’dan bir fil de getirtmişti. Fil, ordunun önünde azametle yürüyordu. Bu filden dolayı bu olaya "Fil Olayı", bu seneye de "Fil Senesi" adı verilmiştir. Ebrehe, ordusuyla birlikte süratle Mekke üzerine ilerliyordu. Onun maksadını öğrenen Araplar, telâşa kapılmışlar, Mukaddes Beyt’lerinin yıkılmasına mani olmak üzere karşı koyma hareketlerine teşebbüs etmişlerse de Ebrehe’nin muazzam ordusu karşısında yenilip, dağılmışlardı. Zaten Arap kabileleri siyasî bir organizasyondan mahrum olup dağınık bir durumdaydılar ve henüz bir birlik sağlayamamışlardı. Böylece Ebrehe, küçük birtakım karşı koyuşları kolaylıkla etkisiz hale getirerek Mekke yakınlarına kadar geldi.

Bir öncü birliği, Kureyşliler’e bu arada Mekke reisi Abdülmuttalib’e ait olup Mekke meralarında otlayan sürüleri önüne katıp ele geçirirken Ebrehe’nin bir elçisi Mekke’ye gelip, kendilerine karşı konulmaması ve Kâbe’nin yıkılmasına müdahale edilmemesi hâlinde kimseye dokunulmayacağı, fakat küçük bir direnişle karşılaşırlarsa Mekke’de taş üzerinde taş bırakılmayacağı uyarısında bulundu.

Mekke reisi olarak Abdülmuttalib, bir heyetle Ebrehe’ye müracaat edip de onun Kâbe’yi yıkma hususunda kesin kararlı olduğunu görünce, çaresiz Mekke’ye geri döndü. Bu arada bizzat kendi gözleriyle Ebrehe ordusunun haşmetini görmüş, kendi mukavemetlerinin hiç bir fayda sağlamayacağını, işi Kâbe’nin sahibi olan Allah’a bırakmaktan başka çarelerinin olmadığını anlamıştı. Bu sebeple halka bir zarar gelmemesi için Mekkelilerin derhal şehri boşaltıp dağlara çekilmelerini emretti. Kendisi de Kâbe önünde Allah’a yaptığı bir duadan sonra oradan ayrıldı.

Ertesi sabah Ebrehe, ordusuna hareket emrini verdi. Kısa bir mesafe kat edildikten sonra Mekke’ye ve Kâbe’ye hücum edilecekti. Ancak ordunun hareketinden az zaman sonra gökte görülen bir kuş sürüsü, ordunun tam üzerine geldiği zaman taşıdıkları taş parçalarını Ebrehe’nin askerleri üzerine bırakmaya başladılar. Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere üç taş taşıyordu ve rivayetlere göre mercimekten biraz büyük, nohut tanesinden biraz küçük olan ve pişmiş topraktan oluşan bu taşlar, mutlaka bir askere isabet ediyor, taşın isabet ettiği yerde de derhal bir yara açılıyordu ki kısa sürede derinleşen ve iltihaplanan bu yara, askerlerin tamamen kırılıp telef olmasına sebep olmuştu. Ebrehe ordusunun bir kısmı bizzat olay yerinde cansız düşmüş, bir kısmı geri kaçarken Yemen yolunda can vermişti. Bizzat Ebrehe de yara almış bir vaziyette Sanâ’ya dönebilmişse de orada ölmüştü.

Böylece Allah, sonsuz güç ve kudretiyle, kısa bir süre sonra, içerisinde âlemlere rahmet olarak gönderilecek âhir zaman peygamberinin doğacağı şehri ve Mukaddes Beyt’i Kâbe’yi düşman taarruzundan korumuş oluyordu.[6]

İbn Hişâm, bu olaydan sonra ilk defa bu bölgede çiçek ve kızamık hastalıklarının görüldüğünü nakleder.[7] Buna dayalı olarak bazı âlimler, nasslarda yer alan Ebrehe ordusu üzerine atılan taşlardan kastın çiçek ve kızamık mikropları olabileceğini belirterek, burada mecazî bir anlatımın bulunduğunu belirtmişlerdir. Ancak Kurân’da müstakil bir sure ile dile getirilen bu olayla ilgili ayetler, herhangi bir tevîle ihtiyaç kalmaksızın olayı olduğu gibi kabul etmeyi gerekli kılmaktadır. Allah, Kurân’da şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammed! Kâbe yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine pişmiş çamurdan (tuğladan) taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi yaptı." (el-Fil, 105/1-5).[6]

Fil olayı, 570 senesinde, Hz. Muhammed’in doğumundan yaklaşık iki ay önce gerçekleşmişti.[8] Fil suresinde anlatılan bu kıssayı ibretle düşünmek gerekir. Tarihte ve günümüzde bir çok İslâm düşmanı sistem ve insanlar Allah’ın dinine tuzak kurmak için çalışıp durmaktadırlar. Mümin insanlar bu tuzakları bozmakta aciz kalınca Allah, o zalimleri kendi tuzakları içinde bozguna uğratmıştır.[6]


Firavun ve Ordusu

Hz. Musa, Medyen’de 10 yıl kalıp mehrini tamamladıktan sonra, Mısır’a dönmeye karar verdi. Ailesiyle birlikte yola koyuldu. Karanlık ve soğuk bir gecede yolu şaşırdı ve dağ geçidinin yolunu bir türlü bulamadı. Çakmak taşıyla bir şeyler tutuşturmaya çalıştı, başaramadı. soğuk iyice şiddetlendi. Karısı da hamileydi ve doğum zamanı da yaklaşmıştı. Hz Musa ve ailesinin gerçekten yardıma ihtiyacı vardı. Kurân’da, bu olay şöyle anlatılıyor:

"Musa, süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tür tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber ya da tutuşmuş bir odun getiririm de ısınabilirsiniz" dedi. Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki ağaç yönünden: "Ey Musa! şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım " diye seslenildi. "Değneğini at!." Musa, değneğin yılan gibi hareketler yaptığını görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Musa! Dön, gel. Korkma. şüphesiz güvende olanlardansın" denildi. "Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek! Bu ikisi, Firavun ve yanındakilere karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir." denildi. Musa: "Rabbim! Doğrusu ben onlardan bir cana kiydim. Beni öldürmelerinden korkarım. Kardeşim Harun’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım" dedi, Allah: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz, ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklardır. Ayetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir" dedi" (el-Kasas, 28/29-35).

Tâhâ sûresinin ilk ayetlerinde, Allah ile Hz. Musa arasında geçen konuşma, daha ayrıntılı bir şekilde verilir. Bu ayetler, Allah’ın Hz. Musa’yı resul olarak görevlendirdiği zamanın anlaşılmasında yardımcı oluyor: "Ben seni seçtim, artık vahyolunanı dinle. şüphesiz ben Allah’ım. Benden başka tanrı yoktur. Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kıl!" (Tâhâ, 20/13-14). Ve daha sonra Allah, Hz. Musa’ya şöyle buyurdu: "Firavun’a gidin; doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler ya da korkar" (Tâhâ, 20/43-44).

Allah’ın, Hz. Musa’ya bunu emretmesinden sonra, Hz. Musa ile Firavun arasında amansız bir mücadele de başlamış oluyordu. Hak ile bâtıl’ın amansız savaşı. Bütün peygamberlerin birbirlerine miras bıraktıkları tevhit mücadelesi...

Hz. Musa, Allah’ın bu emriyle Firavun’a gitti. Onu güzellikle Allah’a iman etmeye davet etti: "Musa: Ey Firavun! Ben, âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Bana Allah’a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, İsrailoğulları’nı benimle beraber salıver" (el-Araf, 7/104-105).

"Firavun: "Musa! Rabbiniz kimdir?" dedi. Musa: "Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir" dedi." (Tâhâ 20/49-50).

Firavun, bu davete icabet etmedi ve direndi. Hz. Musa’yı zindana atmakla tehdit etti. Hz. Musa’da Firavun’a, belki iman eder diyerek, ispat edici bir delil getirmek istedi. Asasını yere attı, kocaman bir yılan oldu. Elini koynuna sokup çıkardı, gözleri kamaştıran bir güneş parçası oluverdi. Hz. Musa’nın gösterdiği bu mucizeler karşısında Firavun gerçekten korkmuştu. Bunun üzerine o da büyücülerini toplayıp, Musa’yı yenmeyi kararlaştırdı. Ülkesindeki bütün ünlü büyücüleri çağırttı ve onlardan Hz. Musa’nın yaptıklarından daha büyük bir büyü yapmalarını istedi. Onlarda hazırlandılar ve bir gün kararlaştırdılar. O gün gelince de halkın gözleri önünde Hz. Musa’yla yarışmaya başladılar.

"Büyücüler: "Ey Musa! Marifetini ya sen ortaya koy ya da biz koyalım" dediler. Musa: "Siz koyun" dedi. Büyücüler, marifetlerini ortaya koyunca, insanların gözlerini büyülediler ve onları ürküttüler, büyük bir büyü yaptılar. Biz de Musa’ya: "Asanı koyuver" dedik o da koyuverdi. Hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı. Hak, tahakkuk etti. onların yaptıkları boşa gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler. Büyücüler, secdeye kapanıp: "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine inandık" dediler" (el-Arâf, 7/115-122).

Büyücülerin iman etmeleri, Firavun’u çok kızdırdı. onları öldürmekle tehdit etti. iste küfür, acizliğini bu olayla bir kere daha ortaya koymuş oldu. Gelişen bu olaylar, Firavun’u yola getireceği yerde, onu daha çok azdırdı. Ve Hz. Musa ile kavmini ortadan kaldırmadıkça rahata kavuşamayacağına inanıp, bu arzusunu yerine getirmeye çalıştı. Hz. Musa, Firavun ve kavmini, imana çağırmaya devam etti. Firavun inkâr ettikçe, Allah onun kavmine tufan, çekirge, haşarat, kurbağa, kan gibi çeşitli azaplar gönderdi. Ancak bunların hiçbiri, Firavun ve kavmini yola getirmedi.

Firavun, küfür ve inadında, ısrar ve Musa’nın davetine de icabet etmemeye devam etti. Allah, Hz. Musa’ya İsrailoğulları’nı bir gece Mısır’dan çıkarıp Filistin diyarına götürmesini vahyetti. Bir gece Hz. Musa ve kavmi şehirden çıkıp, Süveyş halici boyunca Kızıldeniz’e yöneldiler. Firavun şehirde İsrailoğulları’ndan hiç bir iz göremeyince, kaçtıklarını anladı ve bütün ordusunu seferber ederek, peşlerine düştü. Firavun ordusunun çok kalabalık olduğu rivayet edilmektedir. Firavun, 2 gün sonra İsrailoğulları’na yetişti. İsrailoğulları’nın önlerinde geçilmesi mümkün olmayan bir deniz arkalarında kocaman bir ordu vardı. İsrailoğulları, "Yakalandık yâ Musa" diye yakınmaya başladılar. Kurân’da olay, şöyle anlatılıyor:

"Musa: "Hayır, Rabbim benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir" dedi. Bunun üzerine Biz, Musa’ya: "Değneğinle denize vur!" diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı, her parçası yüce bir dağ gibiydi. iste oraya geridekileri de yaklaştırdık. Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık" (es-şuara, 26/62-65).

"Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış!" (Tâhâ, 20/78).

Firavun ordusu, bir tek kişi kalmamacasına yok oldu. Firavun ise, ölümün geldiğini anlayınca iman ettiğini açıkladı:

"Firavun, boğulacağı anda: "İsrailoğulları’nın inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben de ona teslim olanlardanım" dedi. Ona: "Şimdi mi (inandın)? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin" dendi." (Yunus, 10/90, 91).[9]


Hicr Ashâbı

Kurân’da belirtildiğine göre ashâbü’l-Hicr, dağlarda oydukları güvenli evlerde yaşayan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirip peygamberlerini yalanlayan bir kavimdi. Bir sabah vakti korkunç bir sesle gelen felâketle cezalandırılmışlar, yaptıkları şeyler ve kazandıkları kendilerine fayda vermemiştir. Ashâbü’l-Hicr’in Kurân’da anlatılan özellikleri dikkate alınırsa bunların Semûd kavmi olduğu düşünülebilir. Çünkü ilâhî âyetlerden yüz çevirme ve kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlama, inanmayan kavimlerin ortak özelliği olmakla birlikte korkunç bir sesle cezalandırılma Kurân’da Hz. Lut, Hz. Şuayb ve Hz. Sâlih’in kavimleriyle ilgili olarak zikredilmekte, kayaları oyup evler yapma işi ise sadece Sâlih’in kavmi Semûd’un özelliği olarak belirtilmektedir. Bu hususu dikkate alan müfessirler, Hicr sûresinde kıssaları anlatılan ashâbü’l-Hicr’in kendilerine Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmi olduğunu kabul etmişlerdir. Bu kavim Hz. Sâlih’i dinlemediği gibi bir mûcize ve işaret olmak üzere yaratılan dişi deveyi de konan yasağa rağmen kesmek suretiyle Allah’ın emrini hiçe saymış ve neticede helâk edilmiştir.[10]


İrem

Kurân’da azgınlıkları sebebiyle helâk edilen Âd, Semûd kavimleri ve Firavun’la birlikte sadece bir yerde “direkleri olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem” şeklinde zikredilmektedir. Kelimenin aslının İbrânîce “Aram” olduğu ve “yüksek memleket” anlamına geldiği belirtilmektedir. Tevrat’a göre bu kelime, hem Aram ya da Suriye diye adlandırılan bölgenin hem de bu bölgede yaşayan ve Ârâmîler’in atası olan kişinin adıdır. Aram, Akkad Kralı Naramsin’in bir yazıtında Yukarı Fırat yöresinde bir bölgeye verilmiş yer adı, milâttan önce 2000 yıllarına ait tabletlerde ise Aşağı Dicle havzasında bir şehir ismi olarak geçmektedir. Kelime sonraları Mari, Alalah ve Ugarit belgelerinde şahıs adı, Mısır belgelerinde ise yer adı olarak ortaya çıkmaktadır.[11]

Tefsircilerin çoğunluğu, İrem isimli bir şehrin bulunduğunu kabul ediyorsa da İbn Haldun, bu görüşün kesinlikle doğru olmadığı kanaatindedir. Ona göre Fecr Suresindeki İrem ve Ad Kavmi’nin kullanılışı, “İrem’in Ad’ı, İrem’in sütunlara sahip Ad boyu” seklinde anlaşılmalıdır. İbn Haldun’a göre İrem isimli bir şehir tarihî kaynaklarda da bulunmamaktadır.[12]

Tevrat’a göre Aram, Hz. Nûh’un 3 oğlundan Sâm’ın 5. oğludur; kendisinin de Ûs (Uts), Hul, Geter ve Maş adında 4oğlu vardır. İrem kelimesini bir kişi adı kabul eden Müslüman tarihçi ve tefsirciler de onun şeceresini İrem b. Sâm b. Nûh [13] ya da İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nûh [14] olarak vermektedirler.

İslâm tarihçilerine göre Arap yarımadasındaki kavimlerin çoğu İrem’in soyundan gelmektedir. Ahkāf’ta yerleşmiş olan, kendilerine Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği kavme adını veren Âd da İrem’in büyük oğlu Avs’tan torunudur. İrem’in diğer oğlu Âbir’den torunu Semûd’un kavmi ise Hicr’de yerleşmiş olup onlara da Hz. Sâlih gönderilmiştir.

İrem’in bir kabile adı olduğunu söyleyenlere göre bu kabile Âd kavminin bir kolu olup adını kavmin atası olan İrem’den almıştır. Tarihçiler ve tefsirciler, Kurân’daki bir ifadeden de hareketle Âd kavmini Âd-i Ûlâ ve Âd-i Uhrâ diye iki kısma ayırmakta ve Âd-ı Ûlâ’ya atalarına nispetle İrem denildiğini nakletmektedirler. Eski Arap şiirinde Arabistan’da yaşayan İrem adında bir kabileden bahsedilmekte ve çoğunlukla Âd, bazen de Semûd, Himyerîler ve diğerleriyle birlikte zikredilmektedir. Bu kabile, Kudâr el-Ahmer tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Şemseddin Sâmi, Muâviye b. Ebû Süfyân zamanında Abdullah b. Kılâbe adında birinin, Ermen harabelerinde Âd kavmine ait bir miktar kıymetli mücevherat bulduğu yolunda bazı bilgiler aktarırsa da, bu bilgilerin kaynağı kabul edilen “İrem zâtü’l-imâd” hadisinin sahih olmadığı tespit edilmiştir..[11]


Karye Ashabı

Karye Ashâbı (Ashâb-ı Karye), köy ya da şehir halkı anlamına gelen Kurânî bir tabirdir. Karye, insanların toplandığı küçük köy anlamındadır. Kurân’da sık sık geçen bu kelime, “şehir” anlamına da gelebilmektedir. Yâsin suresinde geçen "Ashâbu’l-Karye" tabiriyle Antakya’da yaşamış bir topluluk anlatılmak istenmiştir. Allah, bu şehir halkına önce iki, sonra üç elçi göndermiştir. Onlar kendilerinin Allah tarafından gönderilen elçiler olduğunu söylediklerinde oranın halkı: "Hayır siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. " (Yâsîn, 36/15). deyip, onları yalanladılar. Hatta onların, beldelerine uğursuzluk getirdiğini, çekip gitmezlerse taşa tutacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Karşılıklı süren bu konuşmalar sırasında bir kişi şehrin öbür ucundan koşarak yanlarına geldi ve karye halkına bu elçilere inanmalarını söyledi. Gerçekleri çok mantıklı sözlerle dile getiren bu zatı o azgın kâfirler hemen öldürdüler. Kendilerine iman etmemekte direndikleri bu 3 elçi, oradan uzaklaşır uzaklaşmaz onları kuvvetli bir ses, bir haykırma yakaladı. Bu sesle yok olup gittiler.

Yâsin suresi 13. ayeti ve devamında anlatılan bu olayda söz konusu olan elçilerin Hz. İsa’nın havarîlerinden olduğu rivayet edilir. Ancak buradaki olayın gerçekten gerçekleşmiş bir olay olarak değil; Kurânî bir üslup ile imana daveti dile getiren bir temsil olduğu hususuna da itiraz eden bu tefsirciler, belli bir şehrin kastedilmediğini ileri sürerler. Burada ilk önce gönderilen iki elçiden maksadın Hz. Musa ile Hz. İsâ, üçüncüsünün ise Hz. Muhammed olduğunu belirtirler. Durum ne olursa olsun buradaki olayla, imana davet ve Allah’ın dinine bağlanmanın anlamı dile getirilmiştir.[15]


Medyen (Eyke) Halkı

Medyen, Hz. Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği kavmin ve bu kavmin yaşadığı yerin adıdır. Medyen kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Hz. Şuayb’ın ve gönderildiği kavmin Arap, dolayısıyla bu kavmin adı olan Medyen’in “ikamet etmek” anlamındaki müdûn ya da “hükmetmek” mânasındaki dîn kökünden türemiş Arapça bir kelime olduğu ileri sürüldüğü gibi Arapça olmadığı da ifade edilmektedir.[16][17]

Medyen halkı Tevrat’ta Midian’lılar (İng: Midianites, ibr. Midyan / Midian) adıyla anılan kavimdir. Bugünkü Suriye’nin güneyi ile Ürdün ve Hicaz’ın kuzeyine denk gelen alanda oturdular.[18]

Tevrat’a göre Medyen, öncelikle bir kişi adı olup Hz. İbrâhim’in 3. eşi Keturah’tan olan 4. oğlunun [19], aynı zamanda bu kişinin soyundan gelen ve Midyânîler (Midyanim, Madianites) denilen halkın ve onların yaşadığı bölgenin adıdır. Tevrat’ta, Hz. İbrâhim ve Keturah’ın 3. çocuklarının adı olan Medân’ın Medyen’in farklı yazılmış şekli olup ikisinin aynı kişi olduğu da ileri sürülmüştür. Medân, aynı zamanda Arapçada bir put adıdır. Diğer taraftan kelimenin Mısır’daki bir yer ya da kabilenin adından türediği de söylenmektedir.[17] Tevrat, Midian halkının Hz. İbrahim’in soyundan olduğunu belirtir.[18]

Yine Tevrat’a göre Musa Mısır’dan kaçtığında Midianlılara sığınarak 40 yıl onların arasında yaşadı. Baş rahipleri Yetro’nun kızıyla evlendi. İsrailoğulları, Hz. Musa önderliğinde Mısır’dan ayrıldıklarında da Midianlılardan yardım gördüler. Ancak daha sonra Midianlılar, onlara düşman olup Allah’ın gazabına uğradılar. Tüm şehirleri ateşle yok edildi. Midianlıların Asur ve Hitit kaynaklarında adı geçen ve Harran yöresinde yerleşik oldukları anlaşılan Mitanniler olup olmadığı açık değildir.[18]

Kurân’da Hz. Şuayb’in bu topluma peygamber olarak gönderildiği ifade edilmektedir.[18] Hz. Şuayb ve Hz. Musa kıssaları dolayısıyla 10 yerde geçen “Medyen” kelimesi, Hz. Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği ve Hz. Mûsâ’nın Mısır’dan çıktıktan sonra evlenip yıllarca aralarında kaldığı kavmin yaşadığı bölgeyi ifade etmekte, bu kavimden de “Ashâb-ı Medyen” ve “Ashâbü’l-Eyke” diye bahsedilmektedir. Kurân-ı Kerîm’de verilen bilgiye göre Medyen halkına mensup olan ve bu halka peygamber olarak gönderilen Hz. Şuayb, kavmini çok tanrıcılıktan uzaklaştırıp Allah’a tapmaya çağırmış; ölçü ve tartıda, alışverişte haksızlık yapmak, ülkede bozgunculuk çıkarmak, tehditle insanları Allah’ın yolundan alıkoymak gibi tutum ve davranışlara son vermelerini istemiştir. Ancak kavminin önde gelenleri Hz. Şuayb’ı yalancılıkla itham etmiş, isteklerine karşı çıkmış, ona inananları tehdit etmiş, kendisini ve ümmetini ülkeden sürme tehdidinde bulunmuştur. Bunun üzerine Hz. Şuayb, onlara ilâhî azabın geleceğini bildirmiş, nitekim şiddetli deprem ve korkunç bir gürültü onları helâk etmiştir.

Yine Kurân’da Hz. Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği kavimden “Eyke halkı” diye de söz edilmektedir. “Eyke” kelimesinin “sedir ağacı, sık ve bol ağaçlıklı yer” anlamına geldiği, kelimenin “Leyke” şeklinde de okunduğu, bu takdirde şehrin adı olduğu, Medyen halkına çok ağaçlı bir bölgede yaşadıkları için bu adın verildiği de ifade edilmektedir. Bölgede araştırmalar yapan Alois Musil, Vâdilebyaz’ın alt tarafının çalılıklarla kaplı olduğunu söylemektedir. Diğer taraftan Ashâb-ı Medyen ve Ashâbü’l-Eyke’nin Kurân’da anlatılan vasıfları birbirine uymaktadır; Hz. Şuayb’ın bu kavme tebliği de Medyen halkına olan tebliğinin aynıdır.[17] Ancak bazı tefsircilr, Kurân’da Hz. Şuayb’dan Medyenliler’in kardeşi diye söz edilirken Eykeliler hakkında böyle bir nitelemenin bulunmadığını dikkate alarak bunların iki ayrı kavim olduğunu ileri sürmüşlerdir.[20][17]

Kurân’da Medyen halkının deprem, sarsıntı ya da gürültü ile, Eyke halkının ise “gölge günü”nün azabı ile (gündüzü karartan korkunç kasırga) cezalandırıldığı belirtilmektedir. Eyke halkı, Hz. Şuayb’dan eğer doğru söylüyorsa gökten üzerlerine azap indirmesini istemiş, bunun üzerine gölge gününün azabı gelmiştir. Medyen ile Eyke’yi aynı kavim sayanlar, bulutların ateş ve azap getirmesiyle şiddetli bir gürültü ve yer sarsıntısının peş peşe geldiğini belirtmektedir. Medyen halkı da aynı volkanik bölgede daha önce yaşayan Semûd ve Lût kavimleri gibi volkanik bir patlamanın getirdiği gürültü ve sarsıntıyla helâk edilmiş olmalıdır.

Grek, Roma ve İslâm kaynaklarında Medyen, Arabistan’da ve Kızıldeniz kenarında gösterilir, Josephus’a göre Kutsal Kitap’taki Midyân, burasıdır. İslâm kaynaklarında Medyen bölgesinin sınırları Hicaz’la Suriye arasında kuzeyde Lût gölü, güneyde Vâdilkurâ, doğuda Nüfûd çölü, batıda Akabe körfezi olarak verilmektedir. Medyen şehri, Suriye’yi Yemen’e ve Mısır’ı İran körfezine bağlayan iki işlek ticaret yolunun kavşak noktasında bulunuyordu. Bunların ilki, aynı zamanda kuzey-güney yönündeki ana hac yoluyduve Medyen, Eyle’den Medine’ye gelen hac güzergâhındaki 2. konak yeridir. Kurân, Medyen’in işlek bir yol üzerinde olduğunu bildirmektedir. Medyen, Arap yarımadasının güneyinden ve özellikle Yemen’den gelip kuzeye, Filistin ve Suriye’ye giden ticaret kervanlarının, ayrıca Kenânlılar’ın, Amoriler’in ve Kuzey Araplarının Filistin ve Sînâ yarımadasına ve Aşağı Nil vadisine göç yolu üstündeydi. Öte yandan burası Kızıldeniz’deki deniz yolu güzergâhında önemli bir merkez durumundaydı.

Tarihî Medyen şehrinin Akabe körfezinin doğu kıyısı üzerinde önemli yerleşim merkezlerinden olan Maknâ’nın 25 kilometre kadar kuzeydoğusundaki Vâdilebyaz’ın güney kısmında ve Tebük hizasında olup Tebük’e 8 günlük mesafede, sahile yakın bir mevkide yer aldığı, vadinin batı yakasında Akabe körfezi sahilinde Megāir-i Şuayb denilen harabelerin bulunduğu ifade edilmektedir.

Hz. Muhammed döneminde Medyen şehri, Hz. Muhammed’in oraya Zeyd b. Hârise kumandasında bir kuvvet göndermesi ve şair Küseyyir’in oradaki keşişlerden bahsetmesi, ayrıca Muhammed b. Hanefiyye’nin Eyle’ye gidişini nakledişi münasebetiyle zikredilmektedir. Zamanla şehir gerilemiştir. 12. yüzyılda İdrîsî buranın gelir kaynakları sınırlı, önemsiz bir ticaret merkezi olduğunu, Makrîzî de ticaretin zayıflaması sebebiyle Medyenlilerin mütevazi şartlara sahip bulunduğunu belirtir. Medyen bölgesinde araştırmalar, 20. yüzyılda Musil ve Philby tarafından başlatılmış, P. J. Parr başkanlığındaki bir grup tarafından arkeolojik çalışmalar yapılmış ve Nabatîler’e ait olduğu tahmin edilen çok sayıda mezar bulunmuştur.

Alfred Felix Landon Beeston, Ashâbü’l-Eyke’nin Nabatî tanrısı Zü’ş-Şara’ya tapanlar olabileceğini, onların Medyen’le sıkı alâkalarının bulunduğunu söylemektedir. Ashâbü’l-Eyke adlandırmasının Mekkî sûrelerde yer aldığı, Hz. Muhammed’in Mekkî sûrelerdeki bu tebliğinin ticarî ilişkileri sebebiyle Arabistan’ın kuzeybatısındaki Zü’ş-Şara kültüne âşina insanlara, Medenî sûrelerde ise Medyen hakkında bilgisi olanlara yönelik olduğu da ifade edilmektedir. Ancak Ashâbü’l-Eyke adlandırması, sadece Mekkî sûrelerde bulunmakla beraber Medyen ve Ashâb-ı Medyen kelimeleri 8 kez Mekkî, iki defa da Medenî sûrelerde geçmekte, dolayısıyla Mekkî sûrelerde hem Ashâbü’l-Eyke hem de Medyen ifadeleri yer almaktadır.[17]


Mü’tefike

Tefsirciler, bu kelimenin delâletine ilişkin birkaç görüş zikretmiştir. İlkgörüşe göre mü’tefikât, Lût kavmiyle birlikte helâk edilen 5 şehre delâlet etmektedir. Bunların Sodom, Sa‘be (Sab‘a), Omre (Gamre), Dûma ve Sa‘ve (Da‘ve) olduğu belirtilir.[21] Tevrat’ta da Lût kavminin yerleşim bölgesindeki şehirler Sodom, Gomore, Admah, Tseboim ve Tsoar (Bela) adlarıyla verilir. İkinci görüşe göre mü’tefikât ile geçmişte halkları inkârcı olan bütün yerleşim birimleri kastedilmiş; Lût, Hûd ve Sâlih peygamberlerin risâletle görevlendirildiği kavimlerin ilâhî azapla yok edilen yurtlarına işaret edilmiştir.[22] Üçüncü görüşe göre ise mü’tefikât, söz konusu beldelerde yaşayan halkların iyi hallerinin kötüye dönüşmesini ifade eden mecazi bir tabirdir.[23][24]


Ress Kavmi

Ress kavmi (Ashâb-ı Ress), kuyu halkı, kuyu etrafında yaşayan halk, anlamında kullanılan Kurânî bir tabirdir. Kurân’da “Ve Add, Semûd ve Ashâbu’r-Ress ve bunların dışında kalan bir çok kavimleri (helâk ettik)” şeklinde geçen Ashâbu’r-Ress, Allah’ın vahdaniyetini tasdik etmeye davet edildikleri hâlde bu ilâhî davet ve mesaja kulak vermediklerinden dolayı helâk edilen topluluklar arasında sayılmaktadır. Kurân’da anlatılan, peygamberlerini yalanlayan bu zalim kavimlerden biri olan bu kavim, “örülmemiş kuyu halkı” anlamına gelmektedir. Bu halkın Yemâme’de, Azerbaycan’da, ya da Antakya’da olduğu söylenmişse de bütün bunların tahminden ibaret olduğu muhakkaktır. Böyle bir kuyu etrafında yaşayan bu kavim, kendilerine bir peygamber gelip onlara Allah’ın dinini öğretmeye çalışması üzerine, ona karşı gelerek bu peygamberlerini kuyuya atıp üzerini kapattıkları için bu ismi almıştır. Bunların Semûd kavmi ya da bu kavmin artıkları ya da Ashâbu’l-Uhdûd oldukları hakkında tahminler yürütülmüşse de, bütün bunlar da birer tahminden ibaret kalmıştır. Bunların nerede hangi coğrafi bölge üzerinde yaşamış oldukları hakkında ne tefsirlerde ne de tarih kaynaklarında bir bilgi mevcuttur.[25]

Sebe Halkı

Sebe, Yemen bölgesinde yaşayan bir kavmin adıdır.[26] Kurân’da 2 sûrede Sebe’den söz edilir. Neml sûresinde danışma meclisi bulunan bir kadın hükümdarın yönettiği Sebe’nin zengin ve güçlü bir ülke olduğu, halkının güneşe taptığı, Hz. Süleyman’ın bu melikeye elçi göndererek onu ve halkını Müslüman olmaya çağırdığı, meseleyi barış yoluyla halletmeye çalışan melikenin Kudüs’e gidip Hz. Süleyman’la bizzat görüştüğü ve bu görüşme sırasında onun cismanî ve ruhanî gücü karşısında gerçek bir peygamber olduğunu anlayıp kendisine iman ettiği ve hâkimiyetini tanıdığı anlatılır. Tarih ve tefsir kaynaklarında Hz. Süleyman’ın onunla evlendiği ya da Hemdân melikiyle evlendirip görevinde bıraktığına dair rivayetler yer alır. Adını bu toplumdan alan Sebe’ sûresinde ise maddî refaha sahip güçlü Sebe toplumunun bunca nimete rağmen şeytana uyup Allah’a kulluktan yüz çevirdiği ve bu sebeple büyük bir sel felâketiyle (Arim seli) cezalandırıldığı, verimli arazilerinin çorak topraklara, türlü nimetlerin mahrumiyetlere dönüştüğü belirtilmektedir. Tarihçiler, seddin yıkıldığı zaman hususunda milâttan önce 5. yüzyıl ile milâdî 6. yüzyıl arasında değişen tarihler vermektedir. Bu farklılık, felâketin çeşitli zamanlarda tekrarlanmış olmasıyla da açıklanabilir.[27]

Sebeliler, çok verimli topraklara sahiptiler ve bu sayede de medeniyetlerini oldukça geliştirme imkanı bulmuşlardı. Yüksek bir yaşam seviyesine sahip olan bu topluluk, göz kamaştırıcı güzellikte baş ve bahçelere sahipti. Yağmur suları, inşa edilen su seddinde toplanmakta ve kanallar vasıtasıyla ekili araziler mükemmel bir şekilde sulanmaktaydı. İki dağ arasında inşa edilen bu set, meşhur ve tarihi Ma’rib seddidir. Allah, Sebelileri çeşitli nimetlerle rızıklandırmış ve onlara peygamberler göndermiştir. Sebeliler, bu peygamberlere tabi olarak, onların emirlerini yerine getiriyor ve kendilerine ihsan edilen nimetler için Rablerine şükrediyorlardı. Ancak bir zaman sonra, Allah’ın dininden yüz çevirerek taşkınlıkta bulunmaya başladılar. Allah da onları "Arîm" seli’ni göndererek cezalandırdı ve Sebeliler bölük pörçük bir halde zelil olarak, etrafa dağıldılar.[28][26]


Sebt Ashabı

“Sebt” kelimesi, Kurân’da İsrâiloğulları’na atıfla 5 âyette geçer. Bunlardan dördünde “es-sebt”, birinde “ashâbü’s-sebt” ibareleri yer alır. Ayrıca bir âyette fiil şekliyle (yevme lâ yesbitûn) kullanılmıştır. Bu âyetlerde daha çok iş yapma ve bilhassa avlanma yasağıyla bağlantılı olarak zikredilen sebt gününe saygı, Hz. Mûsâ döneminden itibaren İsrâiloğulları’na farz kılınmış bir emir diye gösterilir. Deniz kıyısında yaşayan kavme mensup bir grubun yasağa karşı gelerek bu günde balık avlamaları sebebiyle lânetlendikleri ve maymuna çevrildikleri zikredilir.[29]

Tefsirlerde yer alan açıklamalara göre Allah, Hz. Mûsâ aracılığıyla İsrâiloğulları’na kendilerinden önceki kavimlere olduğu gibi sırf ibadete adanmış bir günü farz kılmayı murat etti; bu gün de cuma günüydü. Fakat İsrâiloğulları, Allah’ın gökleri ve yeri 6 günde yaratıp 7. günde (sebt) yaratmaya son verdiğini, bu günde her yaratılmışın O’na boyun eğdiğini ileri sürerek içlerinden az bir kısmı hariç cuma yerine sebt gününü ibadet günü olarak belirlemek istedi. Bunun üzerine Allah, İsrâiloğulları’nın sebt gününü benimsemelerine izin vermiş, ancak imtihan maksadıyla bu günde avlanmayı ve iş yapmayı yasaklayarak bu günü onlara zorlaştırmıştır.[30] Fahreddin er-Râzî’ye göre Kurân’da geçen, “Sebti aşmayın” (en-Nisâ 4/154) emrinden amaç, bu günde çalışma ve kazancın haram kılınmasıdır. Böylece onlara âdeta, “Bu günde işten uzak durun, yerlerinizde oturun, muhakkak Allah, çok rızık verendir” denilmiştir.[29]

Yasağa uymadıklarından içlerinden bir grubun maymuna (ve domuza) dönüştürüldüğü belirtilen kavmin yaşadığı yer konusunda tefsirlerde Eyle, Medyen, Taberiye ve Şam bölgesinin sahil kesimi gibi yerler zikredilmekle birlikte çoğunluk, bunların Eyle ile Tûr (Mısır) arasındaki Medyen’de muhtemelen Hz. Dâvûd zamanında yaşamış bir topluluk olduğunu ileri sürmüştür.[31] Allah’ın deniz kıyısında yaşayan bu kavme takdir ettiği bir imtihan olarak balıklar sebt günü denizde görünürken diğer günlerde kayboluyordu. Bu durum karşısında kavim iki gruba ayrılmış, bir grup sebte hürmet için avlanmaktan uzak dururken diğer grup deniz kenarına havuzlar açıp bunları kanallarla denize bağlamış, balıklar cumartesi günü havuzlara girince pazar günü onları avlamıştır. Yasağa riayet edenlere gelince, onların bir kısmı yasağa uymayanları uyarırken bir kısmı da yasağı ihlâl edenleri uyarmadığı gibi onlarla görüşmeye devam etmiştir. Bunun üzerine Allah, yasağa uymayanları ve bir yoruma göre onlarla birlikte uyarıda bulunmayanları maymuna çevirmek suretiyle helâk etmiştir.[29]

İslâm âlimlerinin bir kısmı, meshin söz konusu kişilerin tabiat ve huy bakımından maymuna benzer hale getirilmeleri biçiminde mânen gerçekleştiğini söylerken âlimlerin çoğu, bunun gerçek bir değişim olup bu insanların sûret ve görünüş itibariyle maymuna çevrildiğini ileri sürmüştür.[32] Şeklen meshi savunanlara göre aksi takdirde bu cezanın ibret olma vasfından bahsetmek imkânsız olurdu. Maymuna çevrilen topluluğun 3 gün bu şekilde yaşadıktan sonra helâk olduğu ve bu süre zarfında bir şey yiyip içmediği rivayet edilmiştir. Meshle bağlantılı bir hadiste, “Allah’ın azaba uğratıp helâk ettiği her topluluk yok olup gitti, soyları kalmadı” denilmiştir.[33][29]


Semud Kavmi

Semud kavmi (Nebâtîler, ing. Nabatean), Kurân’da adı geçen ve Hz. Sâlih’in tebliğ faaliyetinde bulunduğu bir Arap kavmidir.[34] Bu kavim, yazının başında bahsi geçen Ad kavmi soyundan gelmektedir ve bu yüzden İslam öncesi Arap şirinde “İkinci Ad” olarak geçmektedir. Arap kaynakları dışında, Arap menşeli olmayan bir seri eski kaynakta da Semud isminin ve Semud toplumunun tarihsel varlığı doğrulanmaktadır. M. Ö. 715 yılına ait Sargon Kitabesi, Semud halkından Asurluların egemenliği altındaki Doğu ve Orta Arabistan toplumlarından biri olarak söz eder.[4] Benzer şekilde Aristo, Ptolemy ve Pliny’nin Semûdiye (Thamudadaei) ve Semudlularda (Thamudenes) söz ettiğini görüyoruz.[35]

Kurân’ın anlattığı dönemde Semud kavmi, Hicaz’ın kuzey ucunda Suriye sınırına yakın bir yerde yaşıyorlardı. Onlara atfedilen kaya yazıtlarına Hicr bölgesine dağılmış olarak hala rastlanmaktadır.[4]

Semud kavmi, Ad kavminden sonra Allah’a isyan edip küfre sapmış ve kendilerine tapındıkları putlar edinmişlerdi. Allah, Onları uyarmak ve kendisine ibâdet etmeye yöneltmek için Hz. Salih’i görevlendirdi. Hz. Salih’e kavminin mustazaflarından az bir topluluk iman etmişti. Dünyevî makam ve zenginliklerinden dolayı kendilerinin diğer insanlardan üstün olduklarını zanneden Semud kavminin ileri gelenleri, hor gördükleri (mustazaf) kimselere, . . Siz gerçekten Salih’in Rabbı tarafından gönderilmiş olduğuna inanıyor musunuz? dediler. Onlar da; "Doğrusu biz, onunla gönderilene iman ediyoruz" dediler. Büyüklük taslayanlar, "Biz, doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz." dediler. (el-A’raf, 7/75-76).

Hz. Salih, Semud kavmini Allah’ın dinine davet etmeye devam etti. Hz. Salih’in onları imana davet edip uyarma ve korkutmaya ısrarla devam etmesi üzerine, ona şöyle dediler: "Ey Salih; bayramımızı kutlayacağımız zaman sen de bizimle gel (Semud kavminin putlarını alıp şehir dışına çıkarak kutladıkları bir bayramları vardı). Bize bir âyet (davanı ispatlayacak bir şey) göster. Sen, ilâhına duada bulun; biz de ilâhlarımıza duada bulunalım. Eğer senin ilâhın duana icabet ederse sana uyarız. Yok bizim ilâhlarımız bize icabet ederse bize tabi olursun". Bu isteklerini kabul eden Hz. Salih, bayramda onlarla birlikte gitti. Putperestler, putlarından istekte bulundular. Ancak bir karşılık bulamadılar. Bunun üzerine kavmin reisi, Hz. Salih’e;

"Ey Salih; bize şu kayadan bir deve çıkar. Eğer bunu yaparsan seni doğrulayacağız." dediler. Hz. Salih, onlardan, Allah kendileri için böyle bir deveyi bu kayadan çıkartırsa iman edeceklerine dair söz vermelerini ve yemin etmelerini istedi. Onlar, bu konuda yemin edip söz verdikten sonra, Hz. Salih, namaza durdu ve Allah’a dua etti. Bunun üzerine kaya yarıldı ve içinden onlara istediği gibi gebe, karnı aç bir deve çıktı. Bu olay üzerine, onlar daha önce vermiş oldukları sözden cayarak iman etmediler.[36] Hz. Salih, onlara; "...Ey kavmim; Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mucize gelmiştir. İşte, Allah’ın şu dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu Allah’ın arzında otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azaba uğrarsınız. Hatırlayın; Allah sizi Ad kavminden sonra halifeler yaptı. Ve sizi yeryüzüne yerleştirdi. Orada, ovalarda köşkler yapıyor, dağları yontup evler yapıyorsunuz. Allah’ın nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde bozguncular olarak fesad çıkarmayın" dedi.[37]

Allah, hayvanların sulandığı kuyunun suyunun mucize deve ile diğerleri arasında nöbetleşe kullanılacağını bildirmişti: "Onlara, suyun aralarında taksim olunduğunu haber ver. Her biri su nöbetinde hazır bulunsun". Hz. Salih, kavmine; "İşte şu devedir. Su içme hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün sizindir" dedi. Deve, onların arasında bir süre kaldı. Bu süre içerisinde, bir gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar kuyunun suyundan istifade ediyorlardı. Semud kavmi, devenin su içtiği günlerde onun sütünü sağıyor ve kaplarını dolduruyorlardı.[38]

Semud kavminin Hz. Salih’in davetine duydukları düşmanlık ve kinleri artınca, deveyi öldürmeyi planladılar. Allah, bu durumu Hz. Salih’e bildirdi. Hz. Salih, gördükleri mucizeye rağmen iman etmekten kaçınan kavmine eğer böyle bir iş yaparlarsa helâk edilecekleri uyarısında bulundu. Ancak onlar, onun bütün uyarılarına kulak tıkayarak deveyi kestiler: Bunun üzerine Rableri günahları yüzünden onları kırıp geçirerek yerle bir etti.

Allah, Semud kavmini, görmüş oldukları mucizeye rağmen iman etmemelerinden dolayı hemen cezalandırmamış ve onlara mühlet vermişti. Ancak Hz. Salih, onlara; eğer kendi isteklerinden dolayı mucize olarak Allah tarafından gönderilen deveye bir zarar vermeye kalkarlarsa affedilmeyecekleri ve korkunç bir şekilde helâk edileceklerini onlara bildirmişti. İnkârlarında direten ve deveyi öldürerek azıtan Semud kavmi için kurtuluş yolu kalmamıştı. Hz. Salih, yaptıklarını görünce ağlamış ve onlara;

"Yurdunuzda üç gün daha kalın..." diyerek gelecek azabı haber vermişti. Deveyi kestikleri günün akşamı 9 kişilik bir grup, Hz. Salih’i öldürmeye karar verdiler. Onlar şöyle diyorlardı: "Eğer söylediği doğru ise biz ondan önce davranalım. Yok yalancılardan ise onu da devesinin yanına gönderelim". Allah, bu olayı şu şekilde haber vermektedir:

"Aralarında Allah’a yemin ederek, Şöyle konuştular; "Salih’i ve ailesini bir gece baskınıyla öldürelim, sonra da akrabasına "yakınlarınızın öldürülmesinden haberimiz yok; Şüphesiz bizler, doğru kimseleriz" diyelim ". Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkına varmadan, tuzaklarını alt üst ediverdik. Tuzaklarının akıbeti nasıl oldu bir bak. Biz onları da kavimlerini de toptan helâk ettik. İşte zulümleri yüzünden, harap olmuş, bomboş evleri, şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için, büyük bir ibret vardır. İman edip, Allah’dan korkanları kurtardık" (en-Neml, 27/49-83).[37]

Semud kavmi hakkında Araf suresi 74. ayette, şöyle demektedir:

“Ve hatırlayın, sizi nasıl Ad toplumunun yerine getirdi. O ve ovalarında kendinize konaklar yükseltip dağlarını yontarak evler yapabilesiniz diye yeryüzünde sizi nasıl sağlamca yerleştirdi. Öyleyse anın Allah’ın nimetini de yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklığa yol açmayın.”

Bu ayette Semudluların Kuzey Hicaz’da, Hicr Dağı’nın batı yamaçlarında kayalara oydukları oldukça yüksek bir uygarlık ve dünyevî kudrete işaret eden ince bir emek ve zevk ürünü mesken ve mezarlara bir ibret nesnesi olarak dikkat çekilmektedir. Kalıntıları bugün de görülebilir durumda olan birtakım hayvan figürleri ve kitâbelerle süslü bu mesken ve mezarlar, popüler Arap dilinde bugün “Medâin Sâlih” (Salih’in Şehirleri) olarak isimlendirilmektedir.[35]

Semûd kavminin helâk ediliş biçimiyle ilgili olarak Kuran’da, Hz. Salih ve ona tâbi olan küçük bir grup hariç onların şiddetli sarsıntı (recfe), korkunç bir ses, gök gürlemesi (sayha) ve yıldırımla (sâika) cezalandırıldıkları ve 3 günün sonunda helâk oldukları belirtilmektedir. Cezalandırmayla ilgili bu açıklamaların, Semûd’un 3 farklı ceza türüne değil yer sarsıntısından önce ya da onunla birlikte meydana gelen ses ve ışık olgusuna işaret ettiği düşünülebilir. Recfenin çok gürültülü ve dehşet verici bir sarsıntıyı ifade etmesinden ve Hicaz’da özellikle Medâinüsâlih denilen bölgedeki volkanik arazi yapısının varlığından hareketle Semûd kavminin volkanik bir patlama sonucunda helâk olduğunu söyleyenler de vardır. Semûd’un cezalandırılma biçimini Sodom ve Gomore’ye benzetenler bu bakış açısını dikkate almış olmalıdır.[34]

Hz. Muhammed’in Tebük Seferi sırasında Hicr’den geçerken eskiden burada yaşayan insanların cezalandırılmış olmaları sebebiyle burada bulunan harabelere girilmemesini ve kuyularından su alınmamasını istediği rivayet edilmektedir.[39] Başka bir rivayette ise Hz. Muhammed’in, yanında bulunanların bu olaydan ibret alması gerektiğini söylediği belirtilmektedir.[40] Sâlih peygambere tâbi oldukları için helâk olmaktan kurtulan grubun Mekke’ye göç ettiği nakledilmiş, ayrıca Tâif’te ikamet eden Sakīf kabilesinin Semûd soyundan geldiği rivayet edilmiştir.[34]


Sodom ve Gomore

Sodom ve Gomore (Gomora), Tevrat’ın Yaratılış Kitabı’nda sözü edilen günâhkâr kentlere verilen addır. İsrail’de, Lut Gölü’nün güneydoğusundaki el-Lisan Yarımadasının güneyinde sığ suların altında kaldıkları tahmin edilmektedir. Admah, Tseboim ve Tsoar ile birlikte Kutsal Kitap’ta adı geçen beş ova kentini oluştururlar.

Yaratılış Kitabı’nda "işledikleri günahlardan ötürü gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği" anlatılan bu iki kentin, İsrail’deki Şeria Irmağından Doğu Afrika’da Zambezi Irmağına uzanan Büyük Rift Vadisinde M.Ö. 1900’de meydana gelen bir depremle yok olduğu sanılır.

Arkeolojik bulgular, bölgenin Orta Tunç Çağında (M.Ö. 2000-1500) ekilebilir olduğunu, tarım yapmaya yeterli tatlı su kaynaklarının da bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle Hz. İbrahim’in yeğeni ve ona inanan ilk kişi olan Hz. Lut, Sodom ve Gomora’nın yer aldığı Siddim Vadisi’ni (Lut Gölü) hayvanları için otlak yeri olarak seçmiş olmalıdır. Kutsal Kitap’ta sözü edilen kükürt ve ateşin, bölgenin jeolojik yapısını bütünüyle değiştiren deprem sırasında yeraltındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının patlayarak yanmasından kaynaklandığı sanılmaktadır. Sodom kentinin adı, denizin güneybatı ucundaki Sodom Dağı’ndan gelir.[41]

Eski Ahit’e göre Sodom halkı, Allah’a karşı günahkârdır; orada her türlü ahlâksızlık, özellikle de cinsî sapıklık yaygındır.[42] Tevrat, Hz. Lut’un yerleştiği Sodom bölgesi, halkının çok kötü olduğunu ve Allah’a karşı büyük günah işlediğini ifade etmekte, ancak bu günahın mahiyetini belirtmemektedir. Yahudi kaynaklarında ise Sodom’un günahının, cinsel taşkınlıktan çok, adaletin saptırılması, cinayet, hırsızlık, yetime, yoksula ve yabancıya zulüm, kibir ve kıskançlık olduğu ifade edilmektedir. Hatta bazı kaynaklarda Sodom ve çevresinin kader anını belirleyen hadise olan Hz. Lut’un misafirlerine saldırı girişiminin bile cinsel taşkınlıktan çok yabancılardan nefret ve zayıfların ezilmesi duygusuyla yapıldığı iddia edilmektedir. Bu durumda Sodom ve çevresinin helak edilmesinde cinsel suç ve taşkınlıkların ötesinde topyekûn bir ahlaki dejenerasyonun etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Rivayetlere göre Sodom ve çevresinde yaşayanlar, şehirlerine gelen yabancılara karşı her türlü haksızlığı yapmakta, ticaret amacıyla bu şehirlere gelen kişilerin mallarını haksızlıkla ele geçirmekte, ayrıca kendilerinden bile olsa yetimi, yoksulu ve zayıfı acımasız bir biçimde ezmekteydi. Bu bilgilerden hareketle Sodom ve çevresindeki halkın en temel günahlarından birinin haksızlık ve adaletsizlik olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Yahudi kaynaklarında Sodomluların bu adaletsizliği hakkında çeşitli hikâyeler bulunmaktadır.

Kaynaklarda Sodom ve çevresindeki şehirlerin bu kötülükleri sadece yabancılara yapmadıkları kendi içlerinde de zayıfları ezdikleri ve birbirlerinin mallarını haksız bir biçimde ele geçirdikleri ifade edilmektedir. Bu çerçevede onların birbirlerinin mallarını hile ya da şiddet yoluyla elde etmeye çalıştıkları, bu amaçla birbirlerini öldürdükleri belirtilmektedir.[43]

Sodom ve Gomore’yi cezalandırmakla görevli melekler, insan sûretine girip misafir olarak Hz. İbrâhim’e gelirler. Allah, Sodom ve Gomore’nin günahının çok ağır olduğunu ve helâk edileceklerini bildirir. Hz. İbrâhim ise oradaki iyi insanların hatırına bu kararın gerçekleşmemesi için yalvarınca kendisine eğer 10 iyi kişi varsa oranın helâk edilmeyeceği vaat edilir, ancak 10 kişi bile bulunamaz. Akşam vakti Sodom’a varan iki melek, şehrin kapısında oturan Hz. Lût’un daveti üzerine ona misafir olurlar. Halk, evin çevresini sararak Hz. Lût’tan misafirlerini kendilerine teslim etmesini ister. Hz. Lût ise her istenileni yapabileceğini, hatta kızlarını kendilerine teslim etmek suretiyle feda edebileceğini, ancak misafirlerini vermeyeceğini söyler. Halk, Hz. Lût’u tehdit ederek kapıyı kırmaya kalkışınca, melekler müdahale ederek Lût’u içeriye alır ve dışarıdakileri evin kapısını bulamayacak şekilde kör ederler.

Melekler, Hz. Lût’a şehri harap edeceklerini, aile fertlerini alıp burayı terk etmesini bildirirler. Hz. Lût ağır davranınca, melekler, karısını ve 2 kızını şehrin dışına bırakırlar; onlara arkalarına bakmadan dağa kaçmalarını tembih ederler. Hz. Lût, kısa sürede dağa varmanın zor olduğunu, ancak yakındaki küçük şehre ulaşabileceklerini söyler. Güneş doğarken Tsoar’a varırlar. Arkalarından Sodom ve Gomore’ye göklerden kükürt ve ateş yağdırılır. Şehirler, bütün havza ve oralarda yaşayanların hepsi bitkilere varıncaya kadar helâk edilir. Hz. Lût’un karısı da meleklerin uyarısına rağmen kaçarken geriye baktığından bir tuz direği oluverir.[44] Tsoar’da kendini güvende hissetmeyen Lût iki kızıyla birlikte Ölüdeniz’in doğusundaki dağlara çekilir ve bir mağaraya sığınır.[45]


Tübba Ashabı

Kur’an’da günahkâr oldukları ve peygamberleri yalanladıkları için yok edildikleri bildirilen kavimler Nûh kavmi, Ashâbü’r-res, Semûd kavmi, Âd kavmi, Firavun’un taraftarları, Lût’un kardeşleri, Ashâbü’l-Eyke ve tübba‘ halkı şeklinde sıralanmaktadır. Helâk edildiği bildirilen tübba‘ kavminin kimliği söz konusu tübbaın kim olduğuna ve yaşadığı döneme bağlıdır. Burada tübba‘ eğer Sebe halkı ise, yine Kurân’da 2 yerde Sebe’den bahsedilmekte ve birinde Sebe melikesinin Hz. Süleyman’ı ziyareti konu edilmekte, diğerinde Sebe toplumunun şeytana uyup Allah’a kulluktan yüz çevirdiği ve bu yüzden büyük bir sel felâketiyle cezalandırıldığı belirtilmektedir. Kurân’da tübba halkının cezalandırılmasıyla ilgili bilgiler, Sebe kavminin helâkine dair olabileceği gibi Himyerîler Devleti’nin tebâbia döneminin sonunda Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma teşebbüsünün sonuçsuz bırakılması ve onun Mekke’ye gelen ordusunun helâk edilmesine ait de olabilir.[46]


Uhdud Ashabı

Uhdud Ashabı, İslâm’dan önce, Allah’a inananları, ateşli hendeklere atarak cezalandıran kâfir bir topluluğa verilen addır. Ashab-ı Uhdûd’un kimler olduğu ve ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler ve her bir rivayetin uzunca birer hikâyesi vardır. Bu rivayetlere göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam, Habeş, Mecûsî ya da Yahûdî kralları tarafından meydana getirilmiştir. Bu rivayetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir. Zaten Kurân da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden zikretmektedir. Allah’a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah’a inananları dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır. Allah’a inanmaktan başka hiçbir günahı olmayan müminler hendeğin başına getirilir, Allah’a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturmuş olarak yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi. Fakat Allah, o kâfirleri, aynı ateşle ya da başka bir yolla helak etmiştir. Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allah, müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.

Bu olayın zamanı kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâm’a yakın bir zamanda, büyük bir ihtimalle de Hz. İsa’dan sonra olmuş, Mekke müşrikleri ve Müslümanlar tarafından da bilinmekteydi. Bu hadiseyi Kurân’da anlatmak suretiyle Allah, Mekke’de çeşitli eza ve cefaya uğrayan Müslümanların mutlaka bundan kurtulacaklarını ve Müslümanlara eziyet eden Mekkeli müşriklerin, Ashab-ı Uhdûd gibi cezalandırılacağını dolaylı bir şekilde açıklamaktadır. Şüphe yok ki bu ayetler, sadece o zamanın insanlarına hitap etmemekte, geçmişte olduğu gibi gelecekte de imana, dine ve inananlara yapılacak kötülük ve zulümlerin mutlaka Allah tarafından cezalandırılacağını ifade etmektedir. Bu durum, Kurân kıssalarının en önemli özelliklerindendir. Ashab-ı Uhdud kıssası, Kurân’da şöyle dile getirilmektedir:

"Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak çevresinde oturup, inanmış kimselere, dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların inananlara kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah’a inanmış olmalarındandır. Allah, her şeye şahittir. Fakat, inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı olan azap da onlaradır. Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük bir kurtuluştur. Doğrusu Rabbi’nin yakalaması amansızdır... " (el-Burûc, 84/4-12) [47]














Yorumlar